24 Kasım 2025 Pazartesi

Kraliçenin Kriket Sahası: Politik Bir Okuma

"Altın renginde ışıldarken güneş,

ağır ağır ilerliyoruz öğle vaktinde;

o küçücük kollarımızla,

çekiyoruz kürekleri beceriksizce,

gideceğimiz yere varabilmek için

boşuna çabalıyoruz ufacık ellerimizle,

Ah, hain Üç!

Saat tam üç iken, böylesine eşsiz bir günde, bir masal için yalvarmak…

haykırdı o gür sesiyle

Buyurgan Birinci: " Masal başlasın!"

Sakin bir sesle belirtti dileğini İkinci: " Masalın içinde gerçek olmasın!"


Masalın içinde gerçek, gerçeğin içinde de masalı tezahür ediyorsak, edebiyatın içinde politika ya da politikanın içinde edebiyatı göremez miyiz? Lewis Carroll, Alice’i yazarken bunu gördü kanımca; zaten kendisi hakkında çıkan dedikodular da bu yönde; yani gerçekten “adil temsil”, “hakkaniyetli sistem” takıntısı olan bir matematikçi… Kendisi, Victoria dönemine şahitlik eden biri (1837–1901) aslında neredeyse baştan sona bu çağın insanı. 

Toronto'da kütüphane kütüphane gezdiğim bir gün Lillian H. Smith Library’nin en üst katındaki klasik çocuk edebiyatı Osborne Collection sergisini dolaşırken koskocaman bir poster görmüştüm, Alice in Wonderland, pamuklu uzun bir bezdi satın alsaydım evdeki duvara asarmışım, birazcık pahalıydı (25 dolar), Alice dimdik ayakta duruyordu ve yanı başında da Cheshire kedisi vardı. Ardından farklı bir kitap künyesi için görevliye sıra numarası sormaya gittiğimde henüz bir yaşını doldurmamış güzel bir bebek gördüm, annesiyle birlikte kitap sırasına girmişti, o kadar güzeldi ki dayanamayıp adı nedir diye sormuştum, annesi de Alice demişti. Ahh! Hani şu masal karakteri olan Alice mi? Evet o! 

Sonra merak ettim, aslında o koleksiyondaki tüm çocuk kitaplarını merak ettim… Alice’ı okudum hemen, ama eline alıp da okudum bitti diye kenara iliştirilecek bir kitap değildi o, ders materyali olarak bile kullanılabilirdi, nitekim Victoria dönemi politik atmosferi, hukuk ve ceza sistemi üzerine yazılmış bir eserdi ki zaten bu yüzden klasikti!

Özellikle de 8. bölümde değiştirilen oyun kuralları, kesilmesi istenen kelleler ve suç cezanın orantısızlığı sembolik anlatılarla Alice’in macerası haline getirilmiş. Kraliçe’nin Kriket Sahası başlıklı 8. bölümde Alice, kırmızı olması gerekirken yanlışlıkla beyaz gül ağacı dikildiği için gülleri kırmızıya boyayan üç bahçıvanla karşılaşıyor; Kraliçe bunu fark ederse hepsinin kellesinin gideceğini duyduğunda şok oluyor. Gülleri kırmızıya boyayan üç bahçıvan, hatayı düzeltmek yerine gülleri boyayarak günü kurtarıyor. Bu da sistemin şeffaf ya da hesap verilebilir olmadığını gizlilik, yalan ve sahtecilikle kurtarılan bir yönetim güncesi sunuyor. 

Derken askerler, soylular ve en son Kupa Kralı ile Kupa Kraliçesi’nden oluşan iskambil destesine benzeyen tuhaf bir alay geliyor. Hep birlikte son derece kuralsız, kaotik bir kriket oyunu oynuyorlar: toplar kirpi, sopalar flamingo, kemerlerse iki büklüm olmuş askerlerden oluşuyor. Kraliçe oyun boyunca durmadan ölüm cezaları yağdırıyor. Alice, bu söylemlerden korkuyor ve kendi kendine ara ara şöyle söylüyor; "Bunların hepsi yalnızca bir deste iskambil kağıdı, onlardan korkmama gerek yok." Ancak tuhaf bir durum beliriyor; kraliçenin kriket oyunu ile Alice’in bildiği kriket oyunu masal boyunca farklı seyrediyor ve Alice, "Hiç de kuralına göre oynamıyorlar” diye söyleniyor. Kriket sahnesi, baştan sona hukuk devleti ile keyfî iktidar arasındaki karşıtlığın alegorisi gibi işliyor; zemin tümsek ve delikli, toplar kirpi, sopalar flamingo, kemerler askerlerden oluşuyor; herkes kafasına göre hamle yapıyor. 

Tüm bunlar olurken sıra Cheshire Kedisi’nin de başının kesilmesine geliyor. İstediği zaman görünüp kaybolabilen bu kedi, infaz emredildiği anda gövdesini yok ediyor ve ortada sadece havada asılı duran ve sırıtan bir kedi başı olarak tezahür ediyor. Buna rağmen Kraliçe, onun da kafasının kesilmesini emrediyor. Dokunulabilir bir beden olmamasına rağmen otoritenin bu buyruğu ile cellat arasında bir tartışma beliriyor; kedi neden suçlu ve nerede? Cellat’a göre gövdesi olmayan bir kafa kesilemez; zaten bugüne kadar böyle bir şey yapmak zorunda kalmamıştır ve bu yaştan sonra da niyeti yoktur. Kral ise, kafası olan her şeyin kesilebileceğini, dolayısıyla bu konuda daha fazla saçmalamanın anlamsız olduğunu savunuyor. Kraliçe, son sözü söyleyerek; “Bir dakika içinde çözülmezse herkesin kellesi gidecek” diyerek tartışmayı sonlandırıyor. 

Carroll, Kraliçe figürü üzerinden hukukun işleyişine, kişiye göre eğilip bükülmesine ve hukuksuzluğun bizzat “hukuk” kisvesiyle meşrulaştırıldığı otoriter düzenlere masal diliyle ayna tutarak, hâlâ iyileştirmeye çalıştığımız sorunları bu klasik bölümle görünür kılıyor.

Müthiş. 

Ah! Bir de eğer birisi yanınızda tüm dişlerini göstererek sırıtıyorsa ona Cheshire Kedisi gibi ne sırıtıyorsun diyebilirsiniz. ☺



Referans

Alice Harikalar Diyarında, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Baskı (İlgili Bölüm 74-83).

Huici, E. S. (2015). Satire in Wonderland: Victorian Britain through the eyes of Lewis Carroll (Doctoral dissertation).

Müge Sözen (Çev.), Alice Harikalar Diyarında”da Victoria Dönemine Ait Tarihsel ve Siyasi Hiciv, http://www.gercekalice.com/2017/05/alice-harikalar-diyarndada-victoria_21.html

 



23 Kasım 2025 Pazar

Kafka'nın Bürokrasisi: Süreksiz Bloklar ve Bitişik Kapılar

Minör Bir Edebiyat İçin kitabının 8. bölümünde, Deleuze ve Guattari, Kafka'nın bürokrasisini iki farklı mimari yapıyla değerlendiriyor. Bu edebi ve felsefi okuma, bize şu soruyu sorduruyor: politika belgelerinin inşasında süreksiz bloklar içinde mi dönüp duracağız yoksa bitişik kapıları mı çalacağız?

Her şeyden önce bu iki kavramın mimari açıdan ne anlama geldiğini görelim ve bu anlamı politika belgelerinin hazırlanma sürecine işleyelim;

Süreksiz Bloklar;  "İşçiler bir bloğu bitirir bitirmez bir başka blok yapmak için çok öteye gönderildiklerinde, belki de asla doldurulamayacak yarıklar bırakırlar her yerde. Bu süreksizliğin hikayelere özgü olduğu söylenebilir mi? Daha derin bir neden vardır. Aşkın, soyut ve şeyleşmiş bir makine, temsili var olduğu ölçüde, süreksizlik kendini Kafka'ya daha çok dayatır. Sonsuz, sınırlı ve süreksiz bu bağlamda aynı tarafta yer almaktadır. İktidar kendini aşkın bir otorite, paranoyak bir despot yasası olarak her sunduğunda, iki dönem arası duraklarla birlikte dönemlerin süreksiz dağılımı ve iki blok arasındaki boşluklarla birlikte blokların süreksiz bölüşümü önemli olur...."

Bu tanımlama örneğinden hareketle sonsuz, büyük bir çemberde kendi etrafında dönüp duran dairesel bir mimaride şekillenen bürokraside: suçlama / beraat / suçluluk / masumiyet dönemleri boşluk ve kesintiler içermektedir. Bloklar birbirine yakındır ama aralarda mesafeler vardır, bu durumda bürokrasinin iki üslubu karşımıza çıkar: hem mesafeli hem yakın! Kanunlar herkese yakın olsa da erişilebilirlik açısından epey uzaktadır. 



Deleuze & Guattari, 2001, s.108.


Bu okuma, bize şunu düşündürtür: politika belgeleri, gerçekten farklı bloklar arasındaki boşlukları kapatan ortak bir gelecek mi kuruyor, yoksa sadece kuleyi meşrulaştıran parçalı bir duvar mı örüyor?  Tepe yönetimi tarafından tasarlanan, gündelik hayatın her alanına nüfuz eden ama yurttaşın somut deneyiminden büyük ölçüde kopuk bir “kule-bürokrasi”yle karşılaşabiliriz: kararlar ve düzenlemeler, çoğu zaman hukuki ve idari zorunluluklar olarak üretilir, ülkenin ilerlemesinde dönüştürücü güce sahip kamu kurumlarının tepe yöneticileri, politik yanını göstermek için kurumu yücelten başarıları göz ardı eder, sosyal medya sayfaları gerçek gelişim adımlarını duyurmak yerine yöneticinin reklamının yapıldığı plâtformlara dönüşür. Kararlar ve düzenlemeler ortak bir görüş çerçevesinde değil otoritenin isteğine göre çerçevelenir, memurlar sürgün yememek için bir fikre itiraz edemez ya da göstermelik etkinliklerin, göstermelik anketlerin, sınırlı istişare toplantılarının, kurum içi dar çevrelerin birbirini ağırladığı, “yapmış olmak için yapılan” etkinlikler silsilesi birbirini takip eder. Kurum, temsil kapasitesi zayıf, vatandaşlarına ya da öğrencilerine yakın görünen ama uzak bir poza yerleştirir kendisini. Deleuze ve Guattari’nin Çin Seddi okumasında işaret ettiği gibi, parçalı duvarın tek işlevi kulenin otoritesine gönderme yapmaktır; bloklar arasındaki doldurulamaz boşluklar ise aşkın yasanın herkese bir yandan sonsuz derecede uzak, öte yandan sürekli “çok yakın” oluşunun, yani bürokratik iktidarın hem her yerde hazır hem hiçbir yerde gerçekten erişilebilir olmamasının mekânsal ifadesi hâline gelir.

İkinci mimari yapı ise Bitişik Kapılar'dır; 



                                                            Deleuze & Guattari, 2001, s.108.

"Bu mimari durum, yapının bir geçit boyunca yatay olarak uzandığı ve bu geçidin cepheden görüldüğü bir organizasyona işaret eder. Bu modelde yapı, alçak tabanlıdır; geniş açı ve alan derinliğiyle yatay süreklilik vurgulanır. İç koridorların sınırsız biçimde uzandığı bu yapı, yukarıdan değil içeriden deneyimlenen bir yeryurt ya da yeraltı modelini çağrıştırır. Bu mimaride mekânsal bir çelişki dikkat çeker: Bloklar birbirlerinden uzak gibi görünse de, yapının işleyişi içinde bitişik olarak kurgulanırlar. Böylece, yüzeyde ayrık gibi görünen mekânsal birimler, derinlikte gizli bir süreklilik ve temas içinde bulunurlar."(Deleuze & Guattari, 2001; 111)


                                                            Deleuze & Guattari, 2001, s.109. 

Bu ikinci mimari duruma göre kurulmuş bir bürokrasi hayal edersek, artık ortada yükselen bir “kule” değil, cepheden görülen uzun bir geçit ve bu geçide açılan çok sayıda kapı vardır. Kurumun farklı birimleri, uzmanlık alanları, hatta mahalle ve yurttaş girişimleri, yüzeyde birbirinden uzak odalar gibi görünür; farklı katlarda, farklı koridorlarda, farklı mevzuat rejimlerine bağlıymış gibi dağılmıştır. Ama işleyiş düzeyinde, yani “arka kapılar” düzleminde, bu odalar bitişik kurgulanmıştır: veri tabanları ortaklaşır, belgeler müşterek yazım araçları üzerinden hazırlanır, aynı dosya bir müdürlüğün bilgisayarından diğerinin ekranına aralıksız geçer, taslaklar yalnızca hiyerarşik onay zincirinden değil, yatay çalışan küçük ekiplerin, karma komisyonların, mahalle forumlarının iç içe geri bildiriminden geçer. Böyle bir bürokratik mimaride kamu belgesi dediğimiz şey –stratejik plan, yönetmelik, eylem planı, bütçe raporu– tepeden inen kapalı bir “son metin” olmaktan çok, içeriden deneyimlenen, sürekli revizyona açık, koridor boyunca dolaşan bir süreç-belgeye dönüşür: Yurttaş, o belgeyle hazırlanırken karşılaşır; bir odada başlayan ifade, başka bir odada itirazla, üçüncü bir odada veriyle, dördüncü odada yerel bir hikâyeyle şekillenir. Yüzeyden bakınca hâlâ birbirinden kopuk gibi görünen “kurumsal odalar”, derinlikte, yani bu kesintisiz iç koridorlar boyunca, gizli bir süreklilik ve temas içinde çalışır; bürokrasi böyle okunduğunda, kamusal belgeler de “kulede yazılıp aşağıya indirilen” metinler değil, ortak bir geçitte yan yana yürürken yazılan metinler olarak düşünülmeye başlar.

Artık bu kavramsallaştırma üzerinden yeni bir masa tartışması (roundtable) başlatabiliriz: diyebiliriz ki Deleuze ve Guattari’nin Kafka'nın Bürokrasisi üzerinden başlattığı yersiz yurtsuz bu konu hakkında
"politika belgelerini inşa ederken, süreksiz bloklar halinde kule etrafında mı dönüp duracağız, yoksa bitişik kapılardan geçerek gerçekten var olan ortak bir koridora mı çıkacağız?"

Ya da 

Dijitalleşme çağında yurttaşın gündem belirleme hakkını, kuleye veri taşıyan tekil sinyaller olarak mı, yoksa bitişik kapılar boyunca ilerleyen, her turda genişleyen ve derinleşen vatandaş gündeminin halkaları olarak mı düşüneceğiz?

Her iki okumayla birlikte; kamusal malların üretiminde erişim, temsil ve gündem belirleme süreçlerini birlikte kamusallaştıran bir politika mimarisini "kavrayış" olarak nasıl anlatacağız ve öğreteceğiz?

Referans

Deleuze, G., Guattari, Felix, (2001), Kafka, Minör Bir Edebiyat İçin, (Çev: Özgür Uçkan, Işık Ergüden), Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.  











4 Ağustos 2025 Pazartesi

Köksap Bir Ders İçeriği

Akademik çalışmalarıma devam ederken bir yandan da acaba üniversite öğrencileri için yeni nesil bir ders plânı yapsam nasıl olurdu sorusunu soruyorum kendime, bazı geceler uykuya dalmadan önce de zihnimde kurguluyorum, okuduklarım da bu kurgunun olgunlaşmasında bana fikir veriyor. Deleuze ve Guattari'nin "köksap felsefesi" de bu kurguya ilham verenlerden, Bin Yayla sayfa 20'de şöyle bir örnekle köksal hâli açıklanıyor; 




Bu yaklaşım, köksap ontolojisi çerçevesinde, taklitle sınırlı bir entegrasyondan ziyade, teknolojik sistemlerle yerel yönetimler arasındaki etkileşimi "paralel olmayan evrim" bağlamında yeniden düşünmemi sağladı. 

Bu kitabın zihnimi coşturmasıyla neden bir dersin içeriğinde köksap bir metodoloji uygulanmasın ki dedim... Şimdi pilot bir konu seçiyorum ve bunun üzerinden zihnimden akanları buraya not ediyorum.  Öncelikle iyi bir temel atmak adına kavramsal ve akademik çerçeveyi yaklaşık 8 hafta kadar anlattığımı varsayıyorum ve ardından da bu güncel konuları tartışmak üzere öğrencileri müzakereye davet ettiğim bir ders programı yapıyorum.

8. hafta sonrasındaki eğlenceli müzakereler...

Tema: Yaban Arısı ve Orkide – Taklitten Kaçış Olarak Yerel Yönetimlerde Yapay Zeka

Konular:  

Kodların, artı-değerlerin, yapay değerlerin gerçek oluş'u ne demektir?

Yerel yönetimler ile yapay zekâ teknolojileri arasında nasıl bir ilişki kurulacaktır? 
  
Yerel yönetimler, yapay zekâyı hizmetleri daha iyi kopyalamak için mi kullanıyor, yoksa bir çeşit kaçış çizgileri mi yaratıyor? 

Yerel yönetimlerde AI sistemleri kurgulanırken yerel kültürlerin “birlikte” ama “farklı” gelişimi nasıl mümkün olabilir?             

Etik ve hukuki sınırlılıkları köksap metaforuyla açıklayıp tartışınız. 

Müzakere Araçları:  Podcast, Stand-up, Tabu, Masa Oyunu, Harita, Senaryo, Şarkı, Kavram Panosu

Gruplar:   A, B, C, D (Her grup kendisine isim seçebilir)

Sonuç ve Değerlendirme:  Hangi grup yaban arısı hangi grup orkide?



11 Temmuz 2025 Cuma

Stratejik Planlamada AI Entegrasyonu: "Yersiz yurtsuzlaştırıyor" musunuz? -deterritorialization-

Belediye yönetimleri son zamanlarda klasik bir yerel yönetişim anlayışından deneysel bir yerel yönetişim anlayışına doğru yönelmektedir. Biz; araştırma merkezleri, plânlama ajansları ya da stratejik araştırma merkezleri gibi kurumsallaşan yapılarla bu dönüşümü yorumlayabiliyoruz. Süreç o kadar hızlı ilerliyor ki bir makale taşımına yetişmiyor uygulamaları takip edip onları kuramsallaştırmak... 

Gündemde yapay zeka uygulamaları var; müdürlükler, chatbot'lar ve gamification' uygulamalarının nöronal ağlarla tartışmaya açıldığı yeni bir dönemin içindeyiz. Bu güncel paradigmalar içinde dijitalleşme ve stratejik planlama arasındaki ilişki, yapay zekâ uygulamalarının belediyelerde aktif olarak kullanımını da beraberinde getiriyor. Evet şemsiye bir bakışla göz attığımızda belediyelerde yapay zekâ tabanlı stratejik planlama süreçlerinde nitelikli personel ihtiyacı, eğitim ile korku ve endişelerin sönümlendirilmesine ihtiyaç duyuluyor. Biraz daha derinlere indiğimizde ise yeni bir tartışma açığa çıkıyor; "yersiz-yurtsuzluk"  

Yönetişim modellerinin ötesine geçen havalı teoriler, kavramsal rehberler, iddialı raporlar, yapay zekanın tehdit unsurlarının ya da etik ihlallerinin önüne geçildiğinde işleri kolaylaştıracağını savunuyor. Bu konuyu buradan alıp Deleuze ve Guattari’nin “minör edebiyat” kavramıyla harmanlayarak yeni bir soru soracağım şimdi sizlere...

Deleuze ve Guattari, Kafka Minör Bir Edebiyat İçin adlı eserinin 3. bölümünde minör edebiyatı şöyle açıklıyor; 


Öyle ki; "Her türlü simgesel, hatta anlamlandırıcı ya da yalnızca gösteren dil kullanımının karşısına, tamamen yoğun bir dil kullanımı koymak." (Deleuze ve Guattari, 29).  

Buradan da anlaşılıyor ki Kafka'nın eserlerinde metaforlaştırdığı hayvan olma halleri bir çeşit kaçış, saklanma ve gizleme hali yaratıyor. Esasen major olan şey bunların açık seçik ifade edilmesiyken -anlamı saklamamak- minör olan şey ise; simgesel, sembolik ve biçimsel bir dil olmasıdır -anlamı saklamak-. İşte tam da bu noktada kelimeler tıpkı insanlar gibi yersiz yurtsuzlaştırılıyor...

Bu durumda minör edebiyat kavrayışından hareketle, stratejik politikalarda AI kullanımına yönelik hedef ve amaçlarda biçimsel baskıdan uzaklaşarak, onun kırılgan noktalarına daha derin bakabilmeyi hatırlatmaktadır. Deleuze ve Guattari’ye göre minörlük, merkezi söylemi taklit etmek değil; onu içeriden dönüştürmek, dilin kendi iç yersiz yurtsuzlaşmasından doğan çatlakları politik ve etik bir olanak olarak değerlendirmektir. Bu bağlamda yapay zekâ stratejilerinde minör bir yaklaşım benimsemek, biçimsel bir ilerleme ya da vitrinsel bir reform olmamalıdır, o topluma özgü tarihsel deneyimler, sessizleştirilmiş vatandaşlar -altyapısal eşitsizlikler- ve görünmeyen ihtiyaçlar -tam kamusal hizmetler- üzerinden onları yeniden görünür kılmalıdır. 

Minörleşmek, kendi dilinde göçmen olma anlatısından; yani merkezî ve normatif olanı terk edip, kentin kıyısındaki sesleri, kırın ulaşılamamış coğrafyalarını, veriye dahil olamayan yurttaşların duygusal ve yapısal yaşam gerçekliklerini de stratejik plânlamanın öznesi hâline getirmektir. Bu noktada ‘dili eşeleyerek’, biçimden sıyrılmış, öz’e dokunan  bir yönetim anlayışının gerekliliği hatırlanmalıdır.

Yapay zekânın kamu yönetiminde gerçek bir etik-politik özne olabilmesi, tam da bu minör duyarlılıkla mümkündür. Yapay zekâ stratejilerinin biçimsel çerçevelerle kurgulanması, yerelin dinamiklerine duyarsız, merkeziyetçi ve yüzeysel bir planlama anlayışına yol açmaktadır. Oysa Deleuze ve Guattari’nin “minör edebiyat” yaklaşımı, stratejik aklın dikkatini, merkezin dışında kalan yoğunluklara, görünmeyen kesimlere bakmayı hatırlatmaktadır. Minör düşünme, teknik hedeflerle şekillenen büyük ölçekli projelerle birlikte, yerelin kırılgan noktalarını, dijital dışlanmışlıklarını ve altyapısal eşitsizliklerini merkezine almayı da gerekli kılmaktadır. 

Sessizleştirilmiş yurttaşların katkılarını yeniden kazanmaya yönelik bir bakışla, yönetimlerin yapay zekâyı teknik kodlamalarla sınırlı bir düzenleme alanı ile sınırlamak yerine, katılımla şekillenen, yaşanmışlıkları gözeten ve mahallelerin özgün verisini esas alan bir kamusal tasarım alanı olarak değerlendirmesini tartışmaktayım. Bu noktada politikacılara, uzmanlara hatta bilime şu soruyu sormak istiyorum; Stratejik Planlamada AI Entegrasyonunu tasarlarken sessiz vatandaşları, tam kamusal mal ve hizmetleri "yersiz yurtsuzlaştırıyor" musunuz? 


Kaynak

Deleuze, G. & Guattari F., (2001), Kafka Minör Bir Edebiyat İçin (Çeviri: Özgür Uçkan, Işık Ergüden), İstanbul: YKY  



16 Haziran 2025 Pazartesi

Yenilebilir Şehir Ciddi Oyunu: Sempeter Pri Gorici Slovenia

Yanlış yazmadım; yenilebilir şehirleri ciddi oyunla tasarlamanın bir yolu mümkün. "Yenilebilir Şehir", şehir planlaması ile kentsel tarım yaklaşımlarını birleştirerek doğayla daha uyumlu ve sürdürülebilir bir kent yaşamını hedefleyen bir kavramdır. 

Nedir yenilebilir şehir tasarımları? 

Kamusal alanda betonların içine gömülmüş kentlere nefes aldırmak, gıda erişimini mümkün kılmak, şehir tasarımlarında vatandaşların yeşil kamusal alanlarda tüketebileceği ve üretebileceği meyve-sebze bahçelerine yer açmaktır. Bir nevi kır ve kent arasındaki topraktan kopuşu, kentlerde yeniden onaran bir yaklaşımdır. 

Bu model; parklar, kaldırımlar, okul bahçeleri, boş arsalar gibi alanların gıda üretimi için değerlendirilmesini öngörür hatta bir kafe bile yenilebilir bir konseptte dizayn edilebilir, halk bahçeleri, dikey tarım, çatıda tarım, kamusal meyve ağaçları ve yenilebilir peyzaj gibi uygulamalarla görünür kılınır. Gıda güvenliğini artırmak, kentsel sürdürülebilirliği desteklemek adına vatandaşların aktif katılımını da davet eden yeni bir yeşil kamusal yaşam kültürüdür. Şimdi size Sempeter Pri Gorici bölgesindeki pilot bir ciddi oyun deneyimini kısaca tanıtayım, aşağıdaki görsel ciddi oyundan alınan tek bir kareye ait. 

Görsel 1: Sempeter Pri Gorici Slovenia Serious Edible Game

Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=BHm_flGYe9E 

Sempeter Pri Gorici pilot bölgesinde uygulanan, bir kamusal alanın yeşillendirilmesini hedefleyen model, yenilikçi ve katılımcı bir yönetişim pratiği olarak öne çıkmaktadır. Bu uygulama, vatandaşların Gorici bölgesini bir tür ciddi oyun aracılığıyla planlamalarına olanak tanımıştır. Oyunlaştırılmış bu sistem sayesinde katılımcılar, oyun içinde ağaç dikebilmekte, su kaynaklarını yönetebilmekte, karbon salınımını azaltıp, oksijen üretimini arttıran oyun modülleriyle bu kararların maliyet, çevresel ve ekonomik etkilerini doğrudan gözlemleyebilmektedir. Model, özellikle sosyo-ekolojik dönüşüm açısından insan-gıda bağlantısı vizyonuna ve sosyal-mekânsal dönüşüme yeni bir vizyon sunmuştur. Bu uygulama özelinde şehir plânlamasının vatandaşlar tarafından da görünür olmasını mümkün kılmaktadır. Bu ne demek? Örneğin bir vatandaş, A mahallesindeki ağaçların sokak için yeterince fazla olduğunu düşünerek belediyeden bir müdahale istemektedir, ancak bu müdahalenin dışsal etkisinden habersiz olabilir. Ya da başka bir vatandaş A mahallesine taziye evi ya da buna benzer bir bina yapılması talebinde bulundu, bu durumda binanın yapımı için ayrılacak kaynağın tutarını, bu bina yerine alternatif çözümleri ya da bina için harcanan suyun miktarı ile ortaya çıkan karbon salınımlarını oyun oynarken görebilecektir. Bu durum vatandaş - belediye arasındaki asimetrik bilginin aşılması konusunda bir alternatif olabilir. Ayrıca bir belediye yönetimi, kentin ihtiyaç duyduğu öncelikli meseleler hakkında buna benzer uygulamalar geliştirebilir. Belki konu çevre olmayabilir sosyal yardımların eğilimi olabilir ya da eğitim konusunda ihtiyaç duyulan önceliklerin neler olabileceği tartışmaya açılabilir. Böylelikle farklı birimler bazında, yerel talep bilgilerini güncel tutabilir. 

Genel bir bakışla; bu ciddi oyun deneyimi, uygulamayı belli bir farkındalık düzeyine taşımaktadır. Belediye yönetimlerinin yenilebilir şehir anlayışı konusundaki eylem plânları; yurttaşları ekonomik açıdan tüketici konumundan üretici konumuna taşıyabilir. Kentte yenilebilirliğin sistemli bir şekilde düzenlenmesi insanın üretme arzusuna, doğayla anlamlı ve sürdürülebilir bir ilişki kurma çabasına yanıt verebilir. Şehirde üretim yapma imkânı, bireyleri sadece tüketici olmaktan çıkararak, kamusal yaşamın aktif öznesine dönüştürür. Dahası, yenilebilir şehirler adil gıda dağılımı için gerekli fiziksel ve sosyal altyapıyı sağlayarak gıda yoksulluğuyla mücadelede bir araç olabilir. Yolda yürürken ya da kamusal alanda dinlenirken bir meyveye erişilebilirlik meselesi, gıdanın metalaştırmaktan öte onu  demokratikleştirir. 

Bu yönetişim modeli, ortak malların ve kamusal alanın yönetimine dair geleneksel anlayışlara alternatif bir perspektif sunabilir. Kamusal kaynakların yalnızca piyasa ya da devlet düzenlemeleriyle değil, yurttaş temelli yönetişimle de sürdürülebilir bir şekilde yönetilebileceğini gösterir. Ayrıca, bu yaklaşım, kentli hakkını gözeterek onları kamusal alanın doğal koruyucuları olarak konumlandırır. 

Kaynaklar

Pueyo-Ros, J., Comas, J., Säumel, I., Castellar, J. A., Popartan, L. A., Acuña, V., & Corominas, L. (2023). Design of a serious game for participatory planning of nature-based solutions: The experience of the Edible City Game. Nature-Based Solutions, 3, 100059.

https://www.youtube.com/watch?v=BHm_flGYe9E

https://cordis.europa.eu/project/id/776665

https://www.edicitnet.com/wp-content/uploads/210812-globalflyer-en-web.pdf



15 Haziran 2025 Pazar

Yapay Zeka Destekli Sohbet Robotu: Bağcılar Belediyesi BAGBİ

Türkiye Bilişim Derneği'nin yayınlamış olduğu bir raporda yer alan yerel yönetimlerde yapay zeka kullanımına yönelik gerçekleştirilen bir vaka çalışmasından bahsetmek istiyorum. Bu blog yazısı raporda yer alan vaka çalışmasının yönetişim boyutuyla özetini yansıtmaktadır. Amacım, belediyelerin ve akademisyenlerin bu konuyla ilgilenenlerin farkındalığını arttırmak ve burada vaka arşivi oluşturmaktır. Uygulamayı yönetişim boyutuyla ele alıp kamu maliyesi açısından kısa bir değerlendirmeyle tanıtacağım.

Nedir BAGBİ ? 

"Bağcılar Belediyesi tarafından uygulamaya konulan BAGBİ YZ Destekli Sohbet Robotu, YZ tarafından desteklenen, vatandaşla sorunsuz iletişim yönetimine izin veren, kurum içerisindeki tüm dijital kanallara ve uygulamalara kolayca uygulanabilen özerk, gerçek zamanlı mesajlaşma aracını içeren bir projedir" (Türkiye Bilişim Derneği, 2024). 

Kaynak: Türkiye Bilişim Derneği, Kamuda Yapay Zeka Uygulamaları, 2024.

BAGBİ, belediyenin tüm dijital platformlarına kolayca entegre olabilen, gerçek zamanlı ve özerk bir mesajlaşma sistemi sunmaktadır. Uygulamanın temel amacı; vatandaşlarla kesintisiz ve anlaşılır bir iletişim kurarak; kamudaki iş yükünü hafifletmek ve modern yönetişim anlayışını güçlendirmektir. Bu uygulamada vatandaşlar, sohbet ekranına girdiğinde, belediyeye yönelik borç durumunu, imar bilgilerini ya da rayiç değer sorgulamasını hızlıca yapabilmektedir. 2022 yılında hizmete sunulan BAGBİ, kamuda yönetişim, kalite, verimlilik ve sürdürülebilirlik kriterlerini önemseyerek gelecek senaryolar için Metaverse kullanmayı plânlıyor. 

Sonuçlar ?

Vatandaşlar tarafından sorulması muhtemel 500 sorunun yanıtı sisteme yükleniyor ve böylece personel aynı soruları yanıtlamak yerine farklı işlere yönelebiliyor. 2023 yılı boyunca vatandaşlar tarafından bu sisteme 320 bin mesaj gönderilmiş, 2024 yılında bu sayı %144 gibi büyük bir artışla 783 bine ulaşmış. Projenin başlangıcından bu yana yaklaşık 250 bin farklı kullanıcı ile toplamda 510 binin üzerinde diyalog gerçekleştirilmiş. Bu iletişim yoğunluğu -çağrı ve başvuru merkezinin yükü- yapay zeka ile hafifletilmiştir. Raporda söz konusu iş yükünün 570 iş gününe tekabül ettiği ifade edilmiş; bu işlemlerin YZ ile gerçekleştirilmesiyle 570 iş günlük iş yükünden tasarruf edilmiş. Ayrıca, uygulama tıpkı bir eylem araştırması stratejisiyle sistemli bir döngüde defalarca onarılmış; açıklık ve anlaşılırlığı temin edebilmesi için uygulama iyileştirilmiştir böylece  %90 gibi bir oranda güvenilirliği test edilmiştir. 

Sistemde gerçekleşen bu kolaylık belediye açısından veri havuzu oluşturmakta ve yerel halkın taleplerinin ne yönde olduğunu göstermektedir. Nitekim, 2024 yılı verilerine göre sistem üzerinden toplam 124.298 farklı diyalog kurulmuş durumda. İletişim yoğunluğunun en fazla olduğu aylar ise Ağustos - Eylül olarak ifade edilmiş. Vatandaşlar bu zaman diliminde belediyeye en çok kırtasiye yardımı için başvurmuş. 

Bir Değerlendirme

Bu deneyim, etkinlik ve ekonomiklik ilkelerine dayalı kamu maliyesi anlayışının dijital araçlarla nasıl pekiştirilebileceğine yönelik yeni bir tartışma alanı açmıştır. Fiziksel başvuru zorunluluğunu ortadan kaldırmayı hedefleyen bu sistem, yaş, engellilik durumu ya da mekânsal sınırlamalardan bağımsız bir erişim imkânı sunarak hizmette adalet ve "dışlama"yı ortadan kaldırabilecek bir potansiyel sunmaktadır.
Bu deneyim, temsil, internete erişim, yaş ve siyasi dezenformasyon gibi kemikleşmiş sorunlarımıza yönelik çözümde merkezi yönetime ve yerel yönetime düşen görevlerin neler olabileceğini de tartışmaya açmıştır. Merkezi yönetim ve yerel yönetimler arasındaki yetki ve kaynak dengesi nasıl kurulacaktır; veri alt yapısı için gerekli olan yatırımların merkezi yönetim tarafından sağlanmasıyla merkezileşme eğilimlerinin yeni yüzü; yetki devri ve düzenleyici rollerin yeniden değerlendirilmesi,  yerel kapasitenin mali gücü özellikle personel eğitimi ve yeni yatırımlar için gerekli olan bütçeler ne ölçüde yeterli olacaktır? Yapay zeka bütçe sınıflandırma kodlarının özel başlıkları ne olacaktır? Çıktı - etki analizi nasıl yapılmalıdır? 

Sizi bu sorularla baş başa bırakıyorum. 

Kaynak

Kamuda Yapay Zeka Uygulamaları, (2024), Türkiye Bilişim Derneği, Bölüm 03: Yapay Zeka Çalışması: BAGBİ https://www.tbd.org.tr/pdf/kamubib-calisma-grubu/kamuda-yapay-zeka-uygulamalari-2024.pdf



6 Haziran 2025 Cuma

Yerel Mali Sosyoloji

Pıerre Bourdıeu, Loic Wacquant ile birlikte kaleme aldığı Düşünümsel Sosyolojiye Davet adlı kitabının “Sosyoanaliz Olarak Sosyoloji” başlığı altında (2.Bölüm Chicago Semineri) katılımcı nesnelleştirmeyi tartışarak Homo academicus’un öz değerlerini yeniden hatırlatmıştır.

Bourdıeu, “Homo academicus” kavramı ile akademisyeni salt bilgi üreten bir özne değil, belirli bir sosyal alan içinde konumlanmış, habitus’u olan, stratejik ve sembolik sermaye ile hareket eden bir aktör olarak değerlendirmiştir. Homo academicus’un en dikkat çeken özelliği, akademik alanda tarafsız olmadığı; aksine “ortodoksi” (mevcut iktidarı temsil edenler) ve bir “heterodoksi” (yenilik getirmeye çalışanlar) çatışması barındırdığını ifade etmiştir. Nitekim de bu çatışmadan doğan adımlar akademinin bazen yerinde saymasına sebep olurken bir yandan da sınırlarını genişletmek istemeyen akademisyenlerin kendiler için bir çeşit farkındalık oluşturmaktadır. Ancak Bourdıeu bu eserin kendisine en başından eziyet olacağını itiraf etmekte ve şunları söylemektedir;


Akademi hepimiz için, var olduğumuz potansiyellerle yeniden yorumlanmaya açık bir hale gelebiliyor; araştırma sorularımız ve bununla şekillenen araştırma yöntemimiz, teorik perspektifler ya da pratik alanlardaki deneyimsel odaklar… Gün başlarken ya da günün sonunda akademik hesap verilebilirlik konusunda akademisyenlerle çatışma yaşamış, derdini anlatamamış, anlatsa bile “saha” diye yaftalanmış bir dizi anlamla yeniden sorgulanacak alanlara aşina olmaya hazır ve nazır bırakılıyoruz. Ancak burada bireysel akademik geçmişimle birlikte şu an aynı soruyu tekrar sormak istiyorum; “Biz akademiyi salt bilgi birimimizi arttırmak amacıyla mı inşa ettik?”  Yoksa, öğretilen her bilginin deneyimsel, düşünsel ve bağlantısal bir forma getirilmesini sağlayıp ben de dahil olmak üzere tüm öğrencilerin bilgi üretimininin aktif birer paydaşı olarak mı görülmeliydik?

Tam da bu noktada Bourdıeu, Homo academicus’un deneyselliğin bir parçasıyken nasıl da katılımcı nesnelleştirme halini aldığını açıklıyor;




Katılımcı nesneleştirme gibi süreçlerde öğrenciler sadece "not" almak için değil, toplumsal bir meseleye çözüm üretmek için öğrenirler. Bu da onları sahici yurttaşlara ve yenilikçi profesyonellere dönüştürür. Ben de bugün okuduğum bu pasajdan ilham alarak yeni bir ders uzantısı oluşturdum. Yeni dersin gerekçesi hem alışılmışın dışına taşabilmek hem de yarının siyasi liderlerine yaşadığımız toplumun değerlerini, önceliklerini ve güç ilişkilerinin haritalandırdım. Bununla birlikte sosyal bilimlerin dinamiğinde yer alan “insan”ın sadece teknik bir uzantı olmadığını hatırlatmak ve kentlilerin güncel sorumluluklarını yeniden hatırlatmak istedim.

 Öyleyse bu yazıda sizleri prototip bir Yerel Mali Sosyoloji dersi ile baş başa bırakıyorum;

Yerel Mali Sosyoloji

Mübadele Teorileri ve Oylama Davranışları

Bütçe Süreçlerinde Sembolik Mübadele

Yerel Vergileme ve Mali Haklar Tartışması

Maliye ile Popülist Müdahaleler Arasındaki Gerilim

Güven, Hesap Verebilirlik ve Sosyal Sözleşme

Mikro–Makro Bağlantılar: Mahalle Talebi ile Stratejik Plan Uyumu

Katılımcı Bütçeleme: Sayılara Ses Katmak

Bütçe, Temsil ve Güç

Sınıf, Mahalle ve Hizmet Adaleti

Kutuplaşma ve Katılım Korkusu

Dijital Vatandaşlık

Açık Veri Portalları

Yönetişimde AI Kullanımı

Uygulama Modülü

Teorik

Pratik

Etki Değerlendirmesi

Mali Şeffaflık Denetimi

Stratejik Plân, Faaliyet Raporu

Kamu Kurumları Strateji Plânlama Birimi Personeli Yetkinliği

Kurgusal Ütopya

Dijital Katılım Plâtformu Tasarımı

Ciddi Masa Oyunları

Living Lab & Sürdürülebilirlik Merkezleri Yetkinliği

Kavram Eşleştirme Atölyesi

Kent Senaryoları

Kavramları Sahayla Eşleştirme Yetkinliği

 Yerel Mali Sosyoloji dersinin temel argümanı; yereli, kentlilerin sorunları ve sorumluluklarını mali – sosyolojik boyutuyla yeniden düşünmeye odaklanmaktadır. Ortak kamusal alanın kavramsal, teorik ve uygulamalı bir bağlamda yeniden tartışılmasına imkân tanımaktadır. Bu çalışma, yerel sorunları görünür kılmak, tartışmak ve çözümleri yeniden üretmek için uygulamalı, katılımcı, eleştirel bir ders yapılanması modeline yönelik prototip bir model önerisidir.

Bu bir ütopya gibi görülebilir ancak kamusal alanı verimli kılmak adına ülkede yetiştirilmeye niyet edilmiş her üniversite öğrencisinin soyut kavramsal dünyayı, somut problemli dünyayla eşleştirmesine yardımcı olacak bir ders yapılanmasıdır. 

 

 



5 Haziran 2025 Perşembe

Tipolojiler ve Kamusallar

Alman düşünür Theodor W. Adorno'nun "otoritaryen kişilik" kuramı önemli bir teorik çerçeve sunar. Adorno, Otoriteryan Kişilik Üzerine Niteliksel İdeoloji İncelemeleri adlı eserinde 4. Bölüm - Tipler ve Sendromlar'da; bireylerin, çocukluk dönemlerinde maruz kaldıkları baskıcı, itaat temelli sosyalizasyon süreçlerinin, ileriki yaşamda onları otoriter eğilimlere açık hale getirdiğini vurgulamaktadır. 

Aşağıda yer alan bir alıntıda da görülmektedir ki "Özne ancak, itaat ve boyun eğmeden haz alarak, kendi toplumsal uyumuna ulaşır..." alıntısıyla bu gibi doyumların toplumda, güce tapma, zayıfa karşı tahammülsüzlük, gri alanlara kapalı olma, belirsizlik ve farklılık karşısında kaygı eleştiriye kapalı olma, dogmatik tutum, bastırılmış duyguların dış gruplara (azınlıklar, muhalifler, farklı yaşam tarzları) yansıtılması şeklinde davranış silsilesine dönüştüğü vurgulanmaktadır. 


Bu bireyler için demokratik değerler—çoğulculuk, eşitlik, ifade özgürlüğü—tehdit olarak algılanmaktadır; çünkü bu değerler, onların içsel olarak bastırdıkları korkuları ve belirsizlikleri tetiklemektedir. 


Demokrasiyi algılamanın ve onu yaşatmanın psikopatolojik derinlikleri yönetişimin de bizzat psikolojik boyutunu oluşturmaktadır. İdealize edilen değerler için kriminalize edilen detaylardan arınmak gerekmektedir. Yaşamdaşların kendi duygularını tanıma, ifade edebilme, kendisiyle birlikte diğer yaşamdaşların da kentsel varoluşuna davranışsal ve düşüncel boyutta zenginlik kazandırma konusunda sorumluluk almaları arzu edilen bir durumdur.

Ancak böyle bir ortamın oluşabilmesi için toplumsal düzeyde sakinleştirici bir siyasal zemin, yani huzurlu ve öngörülebilir bir kamu düzeni gerekir. Günümüzde, gerginlik üreten siyasal döngüler, yaşamdaşları kolektif sorumluluklardan uzaklaştırmaktadır. İnsanlar kendilerini kamusal alanda tehdit altında hissetmekte ve sadece kişisel çıkarlarına odaklanmakta, ortak yaşam alanlarını değil özel mülkiyet alanlarını önceliklemekte, dayanışma yerine rekabet kollamaktadır. Bu durumda da piyasa - kamusal alanın sınırları birbirine yaklaşmaktadır. Piyasada geçerli olan kurallar kamusal alanda da geçerli olmaya başladıkça kamu görevlilerinin, görevlerini "topluma hizmet etme bilinciyle" değil, sadece “iş” bilinciyle gerçekleştirmeleri kamu hizmetinde ahlâki bir  zayıflatma yaratmaktadır.

Kamusal özne olan yaşamdaşların kurumsal müşterilere dönüşmesinin köklerinde psikolojik ve sosyolojik detaylar barınmaktadır. Bu bağlamın detaylarında çoğu zaman evde, çocukluk çağında başlayan baskı ve itaate dayalı aile yapılarında büyüyen birey, sosyal uyumu; sorgulamadan, duygularını bastırarak, otoriteyi hoşnut ederek öğrenmektedir. Bu öğrenme kalıbı, kamusal hayata da taşınmaktadır. İşini “yapan” değil “gösteren”, sorumluluğu “üstlenen” değil “aktaran”, bu zihniyet evindeki itaat ve korkuyu, kamusal alanda yeniden üretir. Nitekim, korkunun, kayırmanın ya da sessiz kalanın ödüllendirildiği evde çocuk liyakati değil, güce yakın olmayı öğrenmektedir. Böyle bir zeminde de beklentilerimize, beklediklerimize ve olan bitene bakarız ve şunu söyleriz; 

Liyakat, Evde Başlayan Adalet Algısının Kamusal Alandaki Yansımasıdır

Adalet duygusu geliştirilmemiş kamusal alanlarda başkasının hakkını gasp etmenin sınırlarına yönelik bir kafa karışıklığı oluşmaktadır. Güç odaklı hiyerarşi içselleştirilerek, dayak yiyenlerin daha fazla sustuğu, güçsüzlerin güçlülerin yanına koştuğu,  “hak eden”in değil, “itaat eden”in kazandığı bir toplumda herkes sayısız bir şikayet çemberine hapsolur. Kökleştirilmeye çalışılan demokrasilerde, toplumun refahı arzu edilirken bu refahı zedeleyen algılar, argümanlar bir çeşit meşrulaştırma stratejisine bürünür. Bu da kamusal görevlerde “yetkinlik” yerine “bağlantı” arayan, hesap vermekten kaçınan bireyleri birer birer karşımıza çıkartır. Demokratik bir toplum için gerekli olan yasalar, seçimler bir yana; şefkatli, eşitlikçi ve sorumluluk taşıyan adil bir gündelik yaşantı diline olan özlem daha da derinleşir. 


Daha fazla bilgi edinmek için şu esere göz atabilirsiniz;

Theodor W. Adorno, Otoriteryan Kişilik Üzerine Niteliksel İdeoloji İncelemeleri, Say Yayınları. 



2 Haziran 2025 Pazartesi

Tektonik Demokrasi

Tektonik politika kavramı, jeolojiden ödünç alınan ve sosyal bilimlerde derin yapısal değişimleri, birikimli gerilimleri ve ani kırılma noktalarını anlamlandırmak için kullanılan bir metafordur. Bu metafor, demokrasinin süreklilik gösteren uygulamalarından çok, bastırılmış kamusal talepleri, ahlaki izolasyonları, bireysel menfaatlerin kamusal kaynaklara dönüştürülmesinde çıkarcı bir amaç haline getirilen politik algıları hatırlatmakta; ve bunları “Normalleştirmektedir.”  

Young’a göre siyasal aktörler, kamusal taleplerin sesi olurken bir yandan da gerilimleri yönlendiren, çözümleyen aktörlerin de ta kendisidir. Öyle ki “tektonik demokrasi” istikrarı sağlayamaya çalışan bir yapıda sarsıntı yaratan bir süreç olarak düşünülebilir -metaforlaşmaktadır- Dolayısıyla “tektonik demokrasi”, krizleri ve etik sıkışmaları yönetemeyen, zeminin altındaki toplumsal kırılganlıkları, eşitsizlikleri tanıyamayan ya da tanımak istemeyen denge sağlayan bir rejim değil; gerilimlerin derindeki sebeplerini keskinleştiren, mevcut yapıyı sarsan bir bakış açısıdır.  

Böyle bir tabloda tektonik demokrasinin yarattığı krizler nasıl çözümlenebilir?

  1. Yapısallık: yapısallığın kod referansları nedir; hukuk, bilim, liyakat ?
  2. Siyasal Temsil: Demokratik aktörler temsil edilen değil, temsilin koşullarını değiştirme iddiası taşıyan kurucu - yaşamdaş özneler olarak değerlendirilmelidir. Peki yaşamdaşlıktan anlaşılan nedir?
  3. Yüzey: Demokrasi, yapısal çatışmaları bastırmak yerine, onları görünür kılarak dönüştürme kapasitesine sahip olmalıdır. Bu dönüşümde siyasal rekabetin etik etki konumu nedir ve vatandaşlar bunun neresinde yer almaktadır?

Günümüzde politik rekabet, çoğu zaman karalama kampanyaları, manipülatif bilgi akışları, iftira ve kutuplaştırıcı dil yoluyla işlemez hale gelmekte; bir tür yozlaştırıcı hegemonya savaşına indirgenmektedir. Bu durum, toplumsal talepleri de sessizleştirmekte, gerçekçi taleplere erişimi kısıtlamaktadır. 

Bazı bireyler sessizleşirken bazıları kişisel menfaatlerini önceleyen bir konumda yer almak istemekte; bir partinin siyasal görüşlerini içtenlikle benimsememiş olsa dahi, o partiden maddi, sosyal veya mesleki çıkar sağlamak adına onun politik reklamcılığına gönüllü olarak katılmaktadır. Bu tür pragmatik konumlanışlar, demokratik etikle çelişmekte; kamusal söylemin samimiyet zeminini erozyona uğratmaktadır. Böyle bir çelişkiye şahit olan sessiz vatandaşlar ise içinde bulundukları topluma, millete ve yönetime karşı "umursamaz" bir tavırla mesafe almakta; inandırıcılığını yitirmiş siyasal alan karşısında, toplumsal sorumluluklarını etkisiz görmeye başlamaktadır. Herkesin aşındırdığı değerleri "yeni normal" olarak addetmekte "aykırılıkları" derecelendirerek "o yapıyorsa ben niye yapmayayım" gibi söylemleri gündeme taşımaktadır. Hukuka uygun olan teamülleri ve yaşam rutinlerini "anormalleştirerek" etik dışı durumları reddedenleri "toplumdan ve ilişkilerden" dışlamaktadır. 

Bu iki düzeyli yapıda yaşanan erozyon - siyasal rekabetin etik dışı araçlarla yozlaştırılması, bireysel çıkarların kamusal samimiyeti gölgelemesi ve liyakatin dışlanması - bilgi ve tecrübenin sistematik biçimde kurumların dışına itilmesi - ahlaki ve yönetsel bir sarsıntı yaratmakta; görünürde sürdürülebilir söylemsel yapının içinde karmaşık anlamların hâkim olduğu yeni bir politik zemin yaratmaktadır.

Bu durum, tektonik bir çöküntüyü anımsatan güncel bir kavramı da beraberinde getirmektedir:

.......Tektonik Demokrasi.....


Referans
Young, R. A. (1991). Tectonic policies and political competition. In The Competitive State: Villa Colombella Papers on Competitive Politics (pp. 129-145). Dordrecht: Springer Netherlands.


22 Mayıs 2025 Perşembe

Gölge Bütçelemenin Panzehiri: Yaşayan Laboratuvarlar (Living Lab)

Gölge bütçeleme (shadow budgeting veya off-budget financing), kamu gelir ve giderlerinin, resmi bütçe süreçleri dışında tutulduğu veya gizlendiği uygulamalardır. Yani bütçe harcaması var ama parlamentoda ya da kamuya açık denetim mekanizmalarında tam olarak görülmemekte ve bu durumda hükümet ya da yerel yönetimler; mevcut borçları gizleyebilmekte, mali yükümlülükleri olduğundan düşük gösterebilmekte ya da seçim öncesi popülist harcamaları saklayabilirken denetimden de kaçınabilmektedir. Nitekim gölge bütçelemenin zincirleme sorunları, özellikle seçim sonrasında daha da gözle görülür hale gelebilmektedir. Özellikle yerel seçimler sonrasında görev süresi sona eren mevcut parti yönetiminin yerini farklı bir parti grubu aldığında eski yönetimden kalan borçların ödeme sorumluluğu yeni yönetime aittir. Bu durumda yeni yönetim etik sınırlar içinde kalarak hem yeni dönemin hizmetlerini sunma hem de eski döneme ait borçların ödenmesi adına çifte bir sorumluluk üstlenmektedir.

Gölge bütçelemeye yönelik endişeler sadece yönetsel boyutta değil aynı zamanda yerel kurumsal kapasitenin inşasında da derin problemleri beraberinde getirir örneğin; kamu personel alımında liyakate bakılmaksızın, aile üyelerine veya yakın akrabalara ayrıcalık tanınması, yönetici pozisyonundaki kişilerin, liyakatten bağımsız olarak kendi arkadaşlarına veya siyasi yandaşlarına ayrıcalık tanıması, siyasal sadakat karşılığında kamu görevi veya avantaj sağlanması, üst düzey bürokrat veya siyasetçinin, destek karşılığında bireysel veya grup çıkarı sağlamak üzere sermayedarlarla ayrıcalıklı ilişkisi kurması, kamu görevlisinin görevini kötüye kullanarak kişisel çıkar sağlaması… gibi tüm bunlar kısa vadede kurumsal yozlaşmaya sebep olmuyor gibi gözüksede uzun vadede görülmektedir ki; kurum içi adalet duygusu zedelenmekte, yandaş atamalarla kamu hizmetlerinin sunumunda verimlilik ve nitelikte düşüş, tarafsızlık algısının zedelenerek zamanla aşınması, kamu hizmetinin kişisel çıkarlara hizmet ederek kamusallık sınırlarını özel sınırlara çevirmektedir. Demokrasinin önündeki en büyük tehditlerden biri olan kamusallık sınırlarının özel sınırlara çevrilmesi meselesi; kamuoyunda güven kaybı yaratarak mevcut yönetimin ya da partinin itibarını zedelemek,  bilinçli bir şekilde yalan bilgiyi yaymak, kamuoyunun dikkatini yapay bir konu ile farklı bir yöne çekmek, kutuplaşmanın daha da derinleştirilmesine sebep olarak sosyal medya üzerinden medya trolleriyle manipülatif haberleri gündeme taşımak gibi davranışlarla kamusal seçişi çorak bir hale dönüştürmektedir.

Kamusallığın sınırları özel sınırlara evrildiğinde karar alma süreçlerinde güvenilirlik ve kurumsal şeffaflık zarar görmektedir. Tüm bu sistemik etkiler, “kamu performansı”nın zarar görmüş ideallerini gölge bütçelemenin iz bırakmaz ellerine iter kendini. Derinleşen ve alışkanlık haline getirilen gölge bütçeleme alışkanlıkları; kurumsal yozlaşmanın içinden çıkılamaz bir hale geldiği dikenli bir döngü yaratmaktadır. Bu döngünün kurallarını yeniden yazmak isteyen siyasi temsilcilerin varlığı ile zayıflayan demokratik denetimin yeniden tahsis edilmesi için güncel demokratik paradigmalar vardır; katılımcı bütçe, katılım kafeler, dijital demokrasi, living lab ya da diğerleri… Ancak belediye yönetiminin bu yenilikleri gerçekleştirmesi hususunda yaşadığı iç ve dış çatışmalar kırılgan demokrasilerin attığı bebek adımlara çelme takmaya devam etmektedir.

Bununla birlikte politik söylemlerin ekonomiyi daha da kırılgan hale getirdiği bir toplumda enflasyonist baskılara boyun eğmiş ve pusmuş vatandaşın demokratik katılım  yerine bir somun ekmeğe ihtiyaç duyduğu gerçeği ile; kent aidiyeti algısı tasarlamak oldukça sancılı bir süreç olarak görülmektedir. Bu durumda yerel kamusal öncelikler, vatandaşların katılımıyla değil; parti programı ya da seçim beyannemesiyle şekillenmektedir. Bu belgelerde kaynak dağılımının hangi hizmetlere ya da konulara öncelik tanındığına yönelik “politik merak”ı canlandırmak isteyen siyasi temsilciler gölge bütçelemenin karanlıklarından uzak durmak adına Yaşayan Laboratuvarlarda (Living Lab.) vatandaşları pasif katılımcılar değil, sürecin eşit ortakları olarak görmeyi amaçlar. Yeni yönetim paradigmasındaki bu bilinci (uygulamaları) bazı seçmenler “hiç anlayamamakta”, anlasa bile “herhangi bir çaba göstermemektedir”. Living Lab (Yaşayan Laboratuvar), yeni fikirlerin, hizmetlerin, ürünlerin veya politika çözümlerinin gerçek yaşam koşullarında, kullanıcılarla birlikte, çok paydaşlı bir ortamda tasarlandığı, test edildiği ve geliştirildiği yenilikçilik ortamıdır. Bu laboratuvarlar; farklı insanlar arasında işbirliğinin gerçekleştiği bir yaratıcılık ortamı, çok paydaşlı bir organizasyon yapısı, yenilikçi bir inovasyon ekosistemi, araştırma metodolojisi, kullanıcıları dahil etme yaklaşımı, kamu-özel sektör ortaklıkları konsepti, açık inovasyona dayalı açık bir platform, bir deney ortamı, döngüsel ekonominin tartışılabildiği, kullanıcı merkezli bir strateji, meslek edindirme gibi toplumsal öncelikleri önemseyen aslında gerçekten yaşayan birimler olarak değerlendirilebilir (Zavratnic vd. 2019).

Türkiye’de ilk kez 2012 yılında Başakşehir Belediyesi tarafından kurulan Başakşehir Living Lab İnovasyon ve Teknoloji merkezi, belediye hizmetlerinin geliştirilmesi ve akıllı şehir uygulamalarının test edilmesi amacıyla kurulmuştur. İstanbul Başakşehir Living Lab; bilişim teknolojileri, tasarım, girişimcilik, akıllı şehir çözümlerine odaklanmaktadır. Bununla birlikte kuruluş isminde living lab geçmese de belediye yönetiminde akademik bir yönetim stratejisinin takip edildiği bazı merkezler; İstanbul Plânlama Ajansı, Kadıköy İnovasyon Merkezi. Buca Sürdürülebilirlik ve İnovasyon Merkezi, İzmir Plânlama Ajansı olarak örneklendirilebilir. Genel bağlamda, vatandaşların belediye yönetimiyle arasındaki iletişimi ve bağı akademik bir perspektife taşıyan bu atılımlar; kentlilik bilincinin güçlendirilmesi, kentli hakkını canlı bir vizyona taşıması, sosyal öğrenme ve ortak aklın önemini deneyimle güçlendirerek kolektif bir kent hafızasının ortaya çıkmasını motive ediyor. Üstelik dönem dönem politika laboratuvarı haline gelerek demokratik yeniliklerin test edilebilirliğini sağlıyor. Living lab'ler kentlileri hizmetlerin tüketicisi konumundan üreticisi konumuna taşıyor. Böylece, gölge bütçelemenin panzerihi olarak; tasarlanan modelleri, fonlama bilgilerini politika toplantılarını açık veri haline getiriyor. Bu da, bütçe kararlarının halktan saklandığı "gölge alanlar"ı daraltarak hesapverilebilirliği destekliyor.

Bu merkezler sadece teknolojik inovasyon değil, kamusal karar alma süreçlerinin de deneyselleştirilmesi için birer adım olarak değerlendiriliyor. Bununla beraber yeni nesil bürokratik bir kültür inşasına katkı sunarak katı hiyerarşik kapalı bürokratik kapılar yerine yatay, vatandaşa söz hakkı tanıyan bürokratik kültürü teşvik etmektedir.

Sonuç olarak, belediyelerin yalnızca hizmet sunan değil, aynı zamanda kamu yönetimi teorisine katkıda bulunan, akademik perspektifi içselleştirmiş yapılar haline gelmesi bir zorunluluktur. Kırılgan demokrasilerde gölge bütçelemenin karanlıklarına teslim olmamak, ancak bilgiye dayalı yönetim kültürünü yerelde kurumsallaştırmakla mümkündür. Living Lab'ler, tam da bu yüzden sıradan bir inovasyon platformundan öte; demokrasinin laboratuvarı olmaya uygun araştırma merkezleridir. Türkiye’de, akademik belediyecilik anlayışının güçlenmesi ve yaygınlaşması; yerel karar alma süreçlerini daha bilimsel, daha kapsayıcı ve daha şeffaf bir düzleme taşıyacak; yalnızca şehirleri değil, demokrasinin kendisini de güçlendirecektir. Yaşayan Laboratuvarların ve araştırma merkezlerinin yaygınlaştırılması, işte bu hedefin en somut ve umut verici adımlarından biridir.

Kaynakça

Atalay, G. (2024). Türkiye’de Dijital Katılımcı Bütçenin Uygulanabilirliği:Kırşehir Belediyesi Örneği, Aydın Adnan Menderes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, Aydın.

Başakşehir Living Lab, https://basaksehirlivinglab.com/ (12.04.2025).

IMF, Fiscal Transparency Manual (2014); OECD, Budgeting for Fiscal Space and Government Spending Review (2014); Şişman, Mehmet. Türkiye'de Kamu Özel İşbirliği Projeleri ve Mali Riskler (2022).

Leonard, H. B., & Rhyne, E. H. (1981). Federal credit and the shadow budget. The Public Interest65, 40.

Zavratnik, V., Superina, A., & Stojmenova Duh, E. (2019). Living labs for rural areas: Contextualization of living lab frameworks, concepts and practices. Sustainability11(14), 3797.