24 Kasım 2025 Pazartesi

Kraliçenin Kriket Sahası: Politik Bir Okuma

"Altın renginde ışıldarken güneş,

ağır ağır ilerliyoruz öğle vaktinde;

o küçücük kollarımızla,

çekiyoruz kürekleri beceriksizce,

gideceğimiz yere varabilmek için

boşuna çabalıyoruz ufacık ellerimizle,

Ah, hain Üç!

Saat tam üç iken, böylesine eşsiz bir günde, bir masal için yalvarmak…

haykırdı o gür sesiyle

Buyurgan Birinci: " Masal başlasın!"

Sakin bir sesle belirtti dileğini İkinci: " Masalın içinde gerçek olmasın!"


Masalın içinde gerçek, gerçeğin içinde de masalı tezahür ediyorsak, edebiyatın içinde politika ya da politikanın içinde edebiyatı göremez miyiz? Lewis Carroll, Alice’i yazarken bunu gördü kanımca; zaten kendisi hakkında çıkan dedikodular da bu yönde; yani gerçekten “adil temsil”, “hakkaniyetli sistem” takıntısı olan bir matematikçi… Kendisi, Victoria dönemine şahitlik eden biri (1837–1901) aslında neredeyse baştan sona bu çağın insanı. 

Toronto'da kütüphane kütüphane gezdiğim bir gün Lillian H. Smith Library’nin en üst katındaki klasik çocuk edebiyatı Osborne Collection sergisini dolaşırken koskocaman bir poster görmüştüm, Alice in Wonderland, pamuklu uzun bir bezdi satın alsaydım evdeki duvara asarmışım, birazcık pahalıydı (25 dolar), Alice dimdik ayakta duruyordu ve yanı başında da Cheshire kedisi vardı. Ardından farklı bir kitap künyesi için görevliye sıra numarası sormaya gittiğimde henüz bir yaşını doldurmamış güzel bir bebek gördüm, annesiyle birlikte kitap sırasına girmişti, o kadar güzeldi ki dayanamayıp adı nedir diye sormuştum, annesi de Alice demişti. Ahh! Hani şu masal karakteri olan Alice mi? Evet o! 

Sonra merak ettim, aslında o koleksiyondaki tüm çocuk kitaplarını merak ettim… Alice’ı okudum hemen, ama eline alıp da okudum bitti diye kenara iliştirilecek bir kitap değildi o, ders materyali olarak bile kullanılabilirdi, nitekim Victoria dönemi politik atmosferi, hukuk ve ceza sistemi üzerine yazılmış bir eserdi ki zaten bu yüzden klasikti!

Özellikle de 8. bölümde değiştirilen oyun kuralları, kesilmesi istenen kelleler ve suç cezanın orantısızlığı sembolik anlatılarla Alice’in macerası haline getirilmiş. Kraliçe’nin Kriket Sahası başlıklı 8. bölümde Alice, kırmızı olması gerekirken yanlışlıkla beyaz gül ağacı dikildiği için gülleri kırmızıya boyayan üç bahçıvanla karşılaşıyor; Kraliçe bunu fark ederse hepsinin kellesinin gideceğini duyduğunda şok oluyor. Gülleri kırmızıya boyayan üç bahçıvan, hatayı düzeltmek yerine gülleri boyayarak günü kurtarıyor. Bu da sistemin şeffaf ya da hesap verilebilir olmadığını gizlilik, yalan ve sahtecilikle kurtarılan bir yönetim güncesi sunuyor. 

Derken askerler, soylular ve en son Kupa Kralı ile Kupa Kraliçesi’nden oluşan iskambil destesine benzeyen tuhaf bir alay geliyor. Hep birlikte son derece kuralsız, kaotik bir kriket oyunu oynuyorlar: toplar kirpi, sopalar flamingo, kemerlerse iki büklüm olmuş askerlerden oluşuyor. Kraliçe oyun boyunca durmadan ölüm cezaları yağdırıyor. Alice, bu söylemlerden korkuyor ve kendi kendine ara ara şöyle söylüyor; "Bunların hepsi yalnızca bir deste iskambil kağıdı, onlardan korkmama gerek yok." Ancak tuhaf bir durum beliriyor; kraliçenin kriket oyunu ile Alice’in bildiği kriket oyunu masal boyunca farklı seyrediyor ve Alice, "Hiç de kuralına göre oynamıyorlar” diye söyleniyor. Kriket sahnesi, baştan sona hukuk devleti ile keyfî iktidar arasındaki karşıtlığın alegorisi gibi işliyor; zemin tümsek ve delikli, toplar kirpi, sopalar flamingo, kemerler askerlerden oluşuyor; herkes kafasına göre hamle yapıyor. 

Tüm bunlar olurken sıra Cheshire Kedisi’nin de başının kesilmesine geliyor. İstediği zaman görünüp kaybolabilen bu kedi, infaz emredildiği anda gövdesini yok ediyor ve ortada sadece havada asılı duran ve sırıtan bir kedi başı olarak tezahür ediyor. Buna rağmen Kraliçe, onun da kafasının kesilmesini emrediyor. Dokunulabilir bir beden olmamasına rağmen otoritenin bu buyruğu ile cellat arasında bir tartışma beliriyor; kedi neden suçlu ve nerede? Cellat’a göre gövdesi olmayan bir kafa kesilemez; zaten bugüne kadar böyle bir şey yapmak zorunda kalmamıştır ve bu yaştan sonra da niyeti yoktur. Kral ise, kafası olan her şeyin kesilebileceğini, dolayısıyla bu konuda daha fazla saçmalamanın anlamsız olduğunu savunuyor. Kraliçe, son sözü söyleyerek; “Bir dakika içinde çözülmezse herkesin kellesi gidecek” diyerek tartışmayı sonlandırıyor. 

Carroll, Kraliçe figürü üzerinden hukukun işleyişine, kişiye göre eğilip bükülmesine ve hukuksuzluğun bizzat “hukuk” kisvesiyle meşrulaştırıldığı otoriter düzenlere masal diliyle ayna tutarak, hâlâ iyileştirmeye çalıştığımız sorunları bu klasik bölümle görünür kılıyor.

Müthiş. 

Ah! Bir de eğer birisi yanınızda tüm dişlerini göstererek sırıtıyorsa ona Cheshire Kedisi gibi ne sırıtıyorsun diyebilirsiniz. ☺



Referans

Alice Harikalar Diyarında, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 5. Baskı (İlgili Bölüm 74-83).

Huici, E. S. (2015). Satire in Wonderland: Victorian Britain through the eyes of Lewis Carroll (Doctoral dissertation).

Müge Sözen (Çev.), Alice Harikalar Diyarında”da Victoria Dönemine Ait Tarihsel ve Siyasi Hiciv, http://www.gercekalice.com/2017/05/alice-harikalar-diyarndada-victoria_21.html

 



23 Kasım 2025 Pazar

Kafka'nın Bürokrasisi: Süreksiz Bloklar ve Bitişik Kapılar

Minör Bir Edebiyat İçin kitabının 8. bölümünde, Deleuze ve Guattari, Kafka'nın bürokrasisini iki farklı mimari yapıyla değerlendiriyor. Bu edebi ve felsefi okuma, bize şu soruyu sorduruyor: politika belgelerinin inşasında süreksiz bloklar içinde mi dönüp duracağız yoksa bitişik kapıları mı çalacağız?

Her şeyden önce bu iki kavramın mimari açıdan ne anlama geldiğini görelim ve bu anlamı politika belgelerinin hazırlanma sürecine işleyelim;

Süreksiz Bloklar;  "İşçiler bir bloğu bitirir bitirmez bir başka blok yapmak için çok öteye gönderildiklerinde, belki de asla doldurulamayacak yarıklar bırakırlar her yerde. Bu süreksizliğin hikayelere özgü olduğu söylenebilir mi? Daha derin bir neden vardır. Aşkın, soyut ve şeyleşmiş bir makine, temsili var olduğu ölçüde, süreksizlik kendini Kafka'ya daha çok dayatır. Sonsuz, sınırlı ve süreksiz bu bağlamda aynı tarafta yer almaktadır. İktidar kendini aşkın bir otorite, paranoyak bir despot yasası olarak her sunduğunda, iki dönem arası duraklarla birlikte dönemlerin süreksiz dağılımı ve iki blok arasındaki boşluklarla birlikte blokların süreksiz bölüşümü önemli olur...."

Bu tanımlama örneğinden hareketle sonsuz, büyük bir çemberde kendi etrafında dönüp duran dairesel bir mimaride şekillenen bürokraside: suçlama / beraat / suçluluk / masumiyet dönemleri boşluk ve kesintiler içermektedir. Bloklar birbirine yakındır ama aralarda mesafeler vardır, bu durumda bürokrasinin iki üslubu karşımıza çıkar: hem mesafeli hem yakın! Kanunlar herkese yakın olsa da erişilebilirlik açısından epey uzaktadır. 



Deleuze & Guattari, 2001, s.108.


Bu okuma, bize şunu düşündürtür: politika belgeleri, gerçekten farklı bloklar arasındaki boşlukları kapatan ortak bir gelecek mi kuruyor, yoksa sadece kuleyi meşrulaştıran parçalı bir duvar mı örüyor?  Tepe yönetimi tarafından tasarlanan, gündelik hayatın her alanına nüfuz eden ama yurttaşın somut deneyiminden büyük ölçüde kopuk bir “kule-bürokrasi”yle karşılaşabiliriz: kararlar ve düzenlemeler, çoğu zaman hukuki ve idari zorunluluklar olarak üretilir, ülkenin ilerlemesinde dönüştürücü güce sahip kamu kurumlarının tepe yöneticileri, politik yanını göstermek için kurumu yücelten başarıları göz ardı eder, sosyal medya sayfaları gerçek gelişim adımlarını duyurmak yerine yöneticinin reklamının yapıldığı plâtformlara dönüşür. Kararlar ve düzenlemeler ortak bir görüş çerçevesinde değil otoritenin isteğine göre çerçevelenir, memurlar sürgün yememek için bir fikre itiraz edemez ya da göstermelik etkinliklerin, göstermelik anketlerin, sınırlı istişare toplantılarının, kurum içi dar çevrelerin birbirini ağırladığı, “yapmış olmak için yapılan” etkinlikler silsilesi birbirini takip eder. Kurum, temsil kapasitesi zayıf, vatandaşlarına ya da öğrencilerine yakın görünen ama uzak bir poza yerleştirir kendisini. Deleuze ve Guattari’nin Çin Seddi okumasında işaret ettiği gibi, parçalı duvarın tek işlevi kulenin otoritesine gönderme yapmaktır; bloklar arasındaki doldurulamaz boşluklar ise aşkın yasanın herkese bir yandan sonsuz derecede uzak, öte yandan sürekli “çok yakın” oluşunun, yani bürokratik iktidarın hem her yerde hazır hem hiçbir yerde gerçekten erişilebilir olmamasının mekânsal ifadesi hâline gelir.

İkinci mimari yapı ise Bitişik Kapılar'dır; 



                                                            Deleuze & Guattari, 2001, s.108.

"Bu mimari durum, yapının bir geçit boyunca yatay olarak uzandığı ve bu geçidin cepheden görüldüğü bir organizasyona işaret eder. Bu modelde yapı, alçak tabanlıdır; geniş açı ve alan derinliğiyle yatay süreklilik vurgulanır. İç koridorların sınırsız biçimde uzandığı bu yapı, yukarıdan değil içeriden deneyimlenen bir yeryurt ya da yeraltı modelini çağrıştırır. Bu mimaride mekânsal bir çelişki dikkat çeker: Bloklar birbirlerinden uzak gibi görünse de, yapının işleyişi içinde bitişik olarak kurgulanırlar. Böylece, yüzeyde ayrık gibi görünen mekânsal birimler, derinlikte gizli bir süreklilik ve temas içinde bulunurlar."(Deleuze & Guattari, 2001; 111)


                                                            Deleuze & Guattari, 2001, s.109. 

Bu ikinci mimari duruma göre kurulmuş bir bürokrasi hayal edersek, artık ortada yükselen bir “kule” değil, cepheden görülen uzun bir geçit ve bu geçide açılan çok sayıda kapı vardır. Kurumun farklı birimleri, uzmanlık alanları, hatta mahalle ve yurttaş girişimleri, yüzeyde birbirinden uzak odalar gibi görünür; farklı katlarda, farklı koridorlarda, farklı mevzuat rejimlerine bağlıymış gibi dağılmıştır. Ama işleyiş düzeyinde, yani “arka kapılar” düzleminde, bu odalar bitişik kurgulanmıştır: veri tabanları ortaklaşır, belgeler müşterek yazım araçları üzerinden hazırlanır, aynı dosya bir müdürlüğün bilgisayarından diğerinin ekranına aralıksız geçer, taslaklar yalnızca hiyerarşik onay zincirinden değil, yatay çalışan küçük ekiplerin, karma komisyonların, mahalle forumlarının iç içe geri bildiriminden geçer. Böyle bir bürokratik mimaride kamu belgesi dediğimiz şey –stratejik plan, yönetmelik, eylem planı, bütçe raporu– tepeden inen kapalı bir “son metin” olmaktan çok, içeriden deneyimlenen, sürekli revizyona açık, koridor boyunca dolaşan bir süreç-belgeye dönüşür: Yurttaş, o belgeyle hazırlanırken karşılaşır; bir odada başlayan ifade, başka bir odada itirazla, üçüncü bir odada veriyle, dördüncü odada yerel bir hikâyeyle şekillenir. Yüzeyden bakınca hâlâ birbirinden kopuk gibi görünen “kurumsal odalar”, derinlikte, yani bu kesintisiz iç koridorlar boyunca, gizli bir süreklilik ve temas içinde çalışır; bürokrasi böyle okunduğunda, kamusal belgeler de “kulede yazılıp aşağıya indirilen” metinler değil, ortak bir geçitte yan yana yürürken yazılan metinler olarak düşünülmeye başlar.

Artık bu kavramsallaştırma üzerinden yeni bir masa tartışması (roundtable) başlatabiliriz: diyebiliriz ki Deleuze ve Guattari’nin Kafka'nın Bürokrasisi üzerinden başlattığı yersiz yurtsuz bu konu hakkında
"politika belgelerini inşa ederken, süreksiz bloklar halinde kule etrafında mı dönüp duracağız, yoksa bitişik kapılardan geçerek gerçekten var olan ortak bir koridora mı çıkacağız?"

Ya da 

Dijitalleşme çağında yurttaşın gündem belirleme hakkını, kuleye veri taşıyan tekil sinyaller olarak mı, yoksa bitişik kapılar boyunca ilerleyen, her turda genişleyen ve derinleşen vatandaş gündeminin halkaları olarak mı düşüneceğiz?

Her iki okumayla birlikte; kamusal malların üretiminde erişim, temsil ve gündem belirleme süreçlerini birlikte kamusallaştıran bir politika mimarisini "kavrayış" olarak nasıl anlatacağız ve öğreteceğiz?

Referans

Deleuze, G., Guattari, Felix, (2001), Kafka, Minör Bir Edebiyat İçin, (Çev: Özgür Uçkan, Işık Ergüden), Yapı Kredi Yayınları: İstanbul.